Deli Bir Dahi: Göklerin Hâkimi (The Aviator) Filmi

Deli Bir Dahi: Göklerin Hâkimi (The Aviator) Filmi

Howard Hughes, hayatı boyunca boyundan büyük işlerle kalkıştı. Herkes, onun bir deli olduğunu düşündü, hayalleri ve idealleri sürekli alay konusuydu. Babasının petrol şirketi sayesinde parayı bir gün bile dert etmeyen Howard Hughes’in tek isteği, önemli işler başarmak ve tarihe geçmekti. Hayatının son 20 yılında ise kendisini dış dünyadan tamamen soyutladı. O zamanlar, dünyanın en zengin adamıydı ve kendisine bir daha asla çıkmayacağı bir oda satın aldı.

Howard Hughes, bir dâhiydi. İçinde bitmek bilmeyen bir enerji vardı ve bunu yepyeni maceralara atılmak için kullanıyordu. Çocukluğundan bu yana, tek bir konuyla uzun süreler ilgilenemiyor, yeni ve farklı olanın peşinden koşuyordu. Bu yüzden, 20’li yaşlarının başında Teksas’taki evini bırakıp Hollywood’a geldi. Ünlü bir eleştirmenin dediği gibi Hollywood, “genç ve cahillerin, zahmete girmeden zafer kazandığı, erdemleri ve başarıları olmadan ünlendiği” bir yerdi. Howard Hughes ne cahildi ne de kolay yoldan zafer kazanmak istiyordu. Ancak, tarihe adını yazdırmak için daha uygun bir yer seçemezdi.

Martin Scorsese’nin 2004 tarihli The Aviator (Göklerin Hâkimi) filmi, Howard Hughes’in ihtişamlı Hollywood yıllarından, kendini kapattığı odaya uzanan yolculuğu konu alıyordu. Scorsese, Howard Hughes’in hayatına özel bir ilgi duyuyordu. Çünkü, Raging Bull (Kızgın Boğa, 1980) filminin çekimleri esnasında benzer bir süreçten geçmişti ve kendisini Hughes ile özdeşleştiriyordu. Aynı şekilde Scorsese de kendisini bir odaya kapatmış ve günlerini yalnızca film izleyerek geçirmişti. Hughes’in içinden çıkamadığı karanlığı çok iyi biliyordu.

Howard Hughes için havacılık büyük bir tutkuydu. Asla küçük düşünmeyen biri olarak Hughes’in hedefi, Birinci Dünya Savaşı’ndaki havacıların cesaret ve kahramanlıklarını anlatan destansı bir film yapmaktı. Böylece, yıllarca sürecek Hell’s Angels (Cehennem Melekleri, 1930) filminin çekimleri başladı. Hughes’in arkadaşı Marshall Neilan, filmi yönetmeyi kabul etti. Hughes, bütün sürece hâkim olmak istiyor, ufak detaylara uzun süreler harcıyordu. Bu nedenle, Neilan ile sürekli anlaşmazlığa düşüyordu. Kısa bir süre sonra Neilan işi bıraktı, yönetmen koltuğuna Luther Reed oturdu. Ancak, o da sadece iki ay dayanabildi. Reed, işine sürekli karışan Hughes’e “Eğer her şeyi çok iyi bildiğini düşünüyorsan, neden filmi kendin yönetmiyorsun?” diye çıkıştı.

Hughes, tam olarak böyle yaptı. 31 Ekim 1927 yılında, Romaine Sokağı’ndaki Metropolitan Stüdyosunda iç mekân çekimlerine başladı ve iki ay içerisinde çekimleri tamamladı. Filmin zorlu bölümü, asıl şimdi başlamıştı. Hughes, hava sahnelerinin gerçekçi olmasını istiyordu ve bunu sağlamanın tek yolu Birinci Dünya Savaşında kullanılan avcı uçaklarıyla çekim yapmaktı. Ekibi, aylar boyunca Avrupa’yı dolaştı ve SPAD S. XIII, S.E.5, Sopwith Camel ve Fokker Eindecker gibi uçakları topladı.

Hughes’in filosu büyüdükçe, daha geniş bir yere geçme gerekliliği doğdu. 1928 yazında, San Fernando Vadisinde çekimlere başlandı. Hell’s Angels filmi, kameramanlar için istihdam bürosu gibiydi. Hughes, 24 kamera kullanıyordu ve havadaki it dalaşı çekimleri için 2 taneye daha ihtiyacı vardı. Bu durum, kameramanlar arasında, süregelen bir şakaya dönüşmüştü. Birbirlerine, “İşsiz misin, yoksa Hell’s Angel filminde mi çalışıyorsun?” diye soruyorlardı. Hughes’in istediği gerçekçiliğe ulaşmak için aynı sahneleri tekrar tekrar çekiyorlardı. Örneğin, Londra’nın zeplinle bombalandığı sahne için yüzden fazla kez tekrar alındı. Bir diğer sahnede Hughes, pilota sabit kameraların olduğu yerde çok alçaktan uçmasını söylemişti, öyle ki uçak sonunda kameralardan birine çarptı. Hiçbir şey Hughes’i durduramıyordu. Uçakların hızı anlaşılsın diye arkada büyük bulutlar olsun istiyordu, ancak Güney Kaliforniya’da açık bir gökyüzü vardı. Hughes, aylarca bulutları bekledi. En sonunda bütün seti Oakland, San Francisco’ya taşıdı. Kırk kadar uçakla birlikte, bulutların önünde istediği it dalaşı sahnesini çekmeyi başardı.

 

Takvimler 1929’u gösteriyordu. Hell’s Angels filmi neredeyse bitmek üzereydi ki daha gösterime girmeden modası geçti. 1927 yılında Al Jolson, ilk sesli film olan The Jazz Singer’i (Jazz Şarkıcısı) çekmişti. Sesli filmlerin gelip geçici bir moda olduğu düşünülüyordu. Ne var ki, halk sesli filmlere inanılmaz ilgi gösteriyordu. Hughes, filmi için 2 milyon dolardan fazla (2019 yılında neredeyse 30 milyon dolara eşdeğer) harcamıştı. Ancak, ses devrimi filmi kaçınılmaz başarısızlığa sürükleyecekti. Hughes’in diyalogların olduğu sahneleri sesli olarak yeniden çekmekten ve hava sahnelerinde dublaj kullanmaktan başka çaresi yoktu. Sıfırdan bir senaryo yazıldı, Norveç asıllı Greta Nissen’in İngilizcesi düzgün olmadığı için rolü Jean Harlow’a verildi.

Hell’s Angels filminin çekimleri 1930 yılında bittiğinde, Hollywood’un hakkında en çok dedikodu yaptığı ve alay ettiği konu haline gelmişti bile. Hollywood kulislerinde “Hell’s Angels filminin başladığı zamanı hatırlayan tek kişinin, 105 yaşında bir kadın olduğu” şakaları yapılıyordu. Ancak, filmin maliyeti ve kullanılan materyaller şaka değildi – 3,95 milyon dolara (2019 yılında 60 milyon dolara eşdeğer) mal edilen filmde, toplam 75 metre film kullanılmıştı. O zamana kadar yapılmış en pahalı filmdi. Gösterime girdiğinde, izleyen herkes hayran kaldı. Photoplay Dergisi, “Daha önce hiç böyle bir şey yapılmadı ve muhtemelen bir daha da asla yapılamayacak” diye yazıyordu. Böylece, Hollywood’da Howard Hughes efsanesi başladı.

Hughes, sonraki filmlerinde yönetmen koltuğuna oturmayı tercih etmedi. Yönetmenlere gerekli imkanları sağlıyor ve sürece karışmıyordu. Buna rağmen, birbiri ardına başarılı filmlere imza atıyordu. 1932 tarihli Scarface (Yüzü Damgalı Adam, yön. Howard Hawks) ile Hughes, zirveye çıkmıştı. Bu başarı, Hughes’i yeni bir havacılık filmi yapmak için ateşledi. Hell’s Angels filmindeki zeplin sahnesi hafızalara kazınmıştı ve zeplinler hala gündemdeydi. Graf Zeppelin, Atlantik ile Amerika arasındaki ilk uzun süreli uçuşunu daha yeni gerçekleştirmişti. Bu nedenle Hughes, Birinci Dünya Savaşı Alman zeplinlerini konu alan Zeppelin L-27 filmine başlayacağını duyurdu. Proje hiçbir zaman tamamlanamadı, çünkü Hughes kendisine yepyeni bir uğraş bulmuştu: Bir uçak tasarlamak.

İlk olarak, ABD Ordusu Hava Birlikleri için XF-11 keşif uçağını tasarladı. Dünyanın en güçlü motorlarına sahipti – iki adet Pratt & Whitney R-4360 Wasp Major vardı. Kanat açıklığı 30 metreden fazla olan uçak, yaklaşık 16 ton ağırlığa sahipti. Her zaman “en”lerin peşinde koşan Hughes, XF-11’in dünya üzerinde en yüksekten uçan, en hızlı keşif uçağı olmasını planlıyordu. Uzun yıllar boyunca, büyük bir gizlilik içerisinde inşa edilen XF-11, 7 Temmuz 1946 yılında ilk uçuşunu yaptı. Bu uçuş, neredeyse Hughes’in hayatına mal olacaktı. İki saat boyunca havada kaldıktan sonra, uçak yağ kaybetmeye başladı. Hughes, uçağı kurtarmak için elinden geleni yaptı, ancak bu sürede üç evi yerle bir etti.

İkinci denemesi ise, havacılık tarihindeki en ünlü projelerden biriydi: Spruce Goose (Ahşap Kaz) olarak da anılan Hughes H-4 Hercules isimli ahşap amfibi deniz uçağı… İkinci Dünya Savaşı sırasında transatlantik uçuş için kullanılması planlanıyordu, ancak inşası savaştan sonra bitti. Yalnızca 2 Kasım 1947’de Howard Hughes tarafından uçuruldu ve prototipin ötesine geçemedi. Savaş nedeniyle alüminyum fazla bulunmadığından, tamamen huş ağacından yapıldı. Sekiz adet Pratt & Whitney R-4360 Wasp Major motoruna sahip uçak 180 ton ağırlığındaydı. Kanat açıklığı ise yaklaşık 98 metreydi. H-4 Hercules, şimdiye kadarki en uzun kanat açıklığına sahip deniz uçağıydı. Ancak, 13 Nisan 2019’da uçuşa geçen Stratolaunch, 117 metre kanat açıklığı ile rekorun yeni sahibi oldu.

Martin Scorsese, Hughes’in hikayesinde hiçbir detayı atlamıyor. Çocukluğundan beri sahip olduğu hastalık korkusu, takıntıları, istekleri… Hepsi beyaz perdede yeniden canlanıyor. Dahası, Scorsese bunu yaparken dönemin sinemasına da saygı duruşunda bulunuyor. 1920 – 1940 yılları arasında çekilen bir film nasıl görünüyorsa, renklerin öyle görünmesine özen gösteriyor. Özel efektler aracılığıyla film, sanki 1920’lerde yaygın olan iki renkli Technicolor tekniğiyle renklendirilmiş gibi görünüyor. İlerleyen sahnelerde ise renkler, daha sofistike ve doygun hale geliyor.